BALDIRAN ZEHRİ !

Milattan önce üç yüzlerin sonları…

Döneminin “bilge” geçinen kişilerinin esasında bilmedikleri şeyleri bildiğini sanan (!) kara cahiller olduğuna tanıklık eder… Çünkü kendisi “kendi cehaletinin farkında olmak” gibi bir insani bilgeliğe sahiptir… Yani hiçbir şey bilmediğinin farkındadır ve ona göre en büyük kötülük cehalettir…

Düşünmek ve sorgulamak, cehaletin en büyük düşmanıdır ! Sokaklarda gezerek… Kalıplaşmış ahlaki kurallara, geleneklere, dine dair halka sorular sormaya başlar… Amaç, ön yargıları yıkarak düşünmenin, sorgulamanın, yargılamanın ve böylece doğruya ulaşmanın önünü açmaktır…

Özellikle gençleri günden güne daha fazla etkisi altına alan bu çabası halkın büyük kısmından ve idarecilerden tepki görür… Yargılanmasına karar verilir… Suçu ! Genel kabul görmüş şekilde ibadet etmemek, devletin kabul ettiği tanrıları saymamak, dine yeni anlayış getirmek ve gençlerin ahlakını bozmaya çalışmaktır…

İki seçenek sunulur… Düşüncelerinden vazgeçtiğini söyleyerek özür dilemek ya da idam edilmek… Dönemin geleneklerine göre “baldıran zehri” içirilerek hayatına son verilir…

Büyük düşünür Sokrates’in hayatına mal olan bu dik duruşu sergilemeye… Kendisinden 2400 yıl sonra sadece Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı cesaret edecektir… Devlet ve İmralı arasında başlayan görüşmelerin gizlilik şerhi kalmayınca… Bu görüşme trafiğine “çözüm süreci” adını verecek ve “Biz çözüm için her yola başvururuz. Baldıran zehrini içmekse biz o zehri içeriz, yeter ki bu ülkeye huzur gelsin” diyerek iddiasını ortaya koyacaktır…

Sokrates’in hayatı pahasına amaçladığı düşünme, sorgulama, yargılama ve doğruyu bulma çabasından çok ama çok uzak bir yerlerde olan… Ve cehaletin kendilerine ördüğü kozanın içerisinde huzurlu hayatlarını devam ettiren ahali… Elbette bu kadim metaforu anlamayacak… Ve bilge kişinin ağzından çıkan her kelam gibi “baldıran zehrini” de iyi bir şey sanarak gözyaşları içerisinde ayakta alkışlayacaktır…

Her iktidar sahibinin yediğinde içtiğinde keramet görüp onu kendisine şiar edinenler… Bunun da sinire iyi geldiğini, gribi tedavi ettiğini, peklik, basur, hazımsızlık sorunlarına birebir geldiği söylentilerini yaymaya başlarken… İmdada o günlerin baş açıklayıcısı Hüseyin Çelik yetişir… Ve “baldıran zehri içmek” tabirinin hakikatini dili döndüğünce açıklar;

“kim ki inandığı değerler uğruna, doğru yaptıkları adına eğer birileri tarafından anlaşılmaz da mahkum edilirse ve kendisine zehir verilip içmesi istenirse bunu rahatlıkla içen, haysiyetiyle yaşayan, dik duran,eğilmeden yaşayanların kullandığı bir metafordur”

Ne var ki… Kısa süre içerisinde çözüm süreci “düğüm sürecine” dönüşerek başladığı noktayı mumla aratır hale gelir… Ve “baldıran zehri” içilmesine artık gerek kalmaz, o da unutulur… Olan, yüzlerce cana olur… Şehirler savaş alanına döner… Ocaklara, yüreklere ateş düşer…

Gelgelelim ahali için durum değişmez… Onlar kozalarının içerisinde “istikrara” ve “dua edebilmelerine” dua ederek yaşamaktadırlar… Düşünmeden, sorgulamadan, doğruyu aramadan ve sokaklarında artık Sokratesler’in gezmediği şehirlerinde… Sadece şehit cenazelerine kalabalık sağlamak için birbirleriyle yarışırlar… 10 bin kişi uğurladı… 20 bin kişi katıldı… 30 bin kişi omuzladı…

Bir yandan, yüz yıllık devlet geleneği ve doktrinini oluşturanları “esasında bilmedikleri şeyleri bildiğini sanan ve aslında hiçbir şey bilmeyen kara cahiller” olarak göstermeye çalışırken… Diğer yandan “ben her şeyi bilirim” tuzağına düşmek kaçınılmazdır…

Oysa Sokrates’in, 2400 yıl sonra bile “bilge” olarak anılmasını sağlayan özlü felsefesi şuydu…

“Benim tek bildiğim hiçbir şey bilmediğimi bilmektir !”

ERDEN ÜÇÜNCÜOĞLU

 
Paylaşmak Zenginliktir

Yorum yapın