ASLINDA NE YAŞAMIŞ OLABİLİRİZ – 2

Şimdiye kadar okuduklarım arasında yaşamı en trajikomik şekilde tarif eden cümle şu oldu “yaşam cinsel yolla bulaşan ölümcül bir hastalıktır – Jacques Dutronc”   

Evet yaşam için söyleyebileceğimiz iki olmazsa olmaz; cinsel ilişkiyle başladığı ve sonucu itibarıyla mutlak ölümcül olduğudur. Peki mutlak başlangıç ve mutlak sonucunu şimdiye kadar hiç kimsenin değiştiremediği bu yolculuk için “hastalık” tanımını nereye oturtacağız ?

Her şey zıddıyla tarif edilir ! Örneğin bir nesneye “sarı” diyorsanız onu esasında zıtlıklar alemindeki karşıtlarından; misal kırmızıdan, yeşilden, siyahtan ayırarak tarif ediyorsunuz demektir. Hastalığı tarif etmek için de zıddını yani sağlığı bilmek gerekir. Nedir sağlık ? Çok kabaca; vücut ısınızın, bedensel ve zihinsel  fonksiyonlarınızın “normal” olması diyebiliriz. Benden kurtulmak kolay değil, her şeyi birlikte dibine kadar eşmemiz lazım… Peki “normal” nedir ?

Bu soru aslında bir felsefe sorusudur ve sanırım üzerinde kütüphane dolduracak kadar eser vardır. Gelin biz biraz daha dibe vurup kestirmeden gidelim ve kökü norm olduğuna göre direkt sözlük anlamından ilerleyelim; norm “kural olarak benimsenmiş, yerleşmiş ilke ya da yasaya uygun durum” demek. Gidiş yolundan anladığınız gibi aslında bize “yeni normal” olarak diretilen kavramı da bulmaya çalışacağız.    

Sosyolojideki, yönetim bilimlerindeki, tıptaki tanımları birbirinden farklı olsa da biz adına insan denilen canlı türünün yaşamı için gerekli olan ve sağlıklı olduğunu tarif eden “norm” acaba nedir ? Ve dahası, bu gereklilik acaba kim / kimler tarafından tanımlanmıştır ya da tanımlanmaktadır ?

Sağlıklı bir yaşam için bize normal alanımızı tarif eden; hep birlikte kural olarak benimsediğimiz ve yerleşmiş ilke olarak kabul ettiğimiz normumuz bize… Mutlak surette atmosferde ama belirli bir oksijen seviyesinde, mutlak surette karada ama belirli ısı seviyelerinde, mutlak surette su ve gıda kaynaklarına yakın ya da uygun olan yerlerde bulunmamız şartıyla… Vücut ısımızın ve bedensel / zihinsel fonksiyonlarımızın türümüzün geneline göre ortalama kabul edilebilir sınırlar arasında olması gerektiğini tarif ediyor diyebiliriz.

Sağlıklı bir ferdi bu şekilde tarif edebiliriz. Bu genel kabul görmüş normun yani türün kendi normalinin dışına çıkana ise hasta, biraz daha şansını zorlayana ise artık ölü diyebiliriz. Başa dönecek olursak hastalığı tarif edebilmek için zıddını yani sağlığı, sağlığı tanımlayabilmek için de normali onun için de normu tanımlamamız gerek. Fakat… Eğer ben işin nüvesini yani “normu” istediğim gibi değiştirebilirsem, normal tanımı da sağlıklı tanımı da buna göre değişir ! Dolayısıyla belki de aslında normal olan bir duruma “hastalık” tanısı koyabilmem olanaklı hale gelir ! Günümüz neoliberal sisteminin sömürü aracı haline gelen tıp sektörünün, ki buna sektör dediğim için hicap duyuyorum, bizleri hasta olduğumuza inandırmak için uzun yıllardır işlettiği mekanizma da zaten budur… Sondan başa doğru gitmek !             

Atalarından çok farklı olarak günümüzdeki haline evrilmiş olan türümüzün; hayatta kalabilmesi yani temel yaşamsal gereksinimlerinin karşılanması için mutlak surette topluluk halinde yaşaması gerekiyor. Burada “sen demek ki evrime inanan zındıklardansın” diyebilecek ortaçağ kafasındaki arkadaşlara küçük bir parantez açalım. Evet bu alemdeki suretimiz yani bedenimiz evrilgendir ve değişir, henüz çoğumuzun tanışmadığı “insan” tarafımız ise başka bir konudur. Kendisini sadece bu beden kalıbından ibaret sanan ve insanı bu olarak tarif edip “madem öyle, neden günümüzde hiçbir maymun insan doğurmuyor ?” diye sırıtıp çok felsefi bir soru sorduğunu sanan sığ geri zekalıyla ise vakit kaybetmeye gerek yok. O zaten bu satırları okumaz ve aynaya bakarak cevabı düşünür.

Evet günümüz insan türü mutlak surette topluluk halinde yaşamak zorunda. Bu gereksinim hem tabiatın kendisine sunduğu malzemeleri kullanıp uygun yaşam formunu devam ettirebilmek hem de tabiatın karşısına çıkaracağı tehlikelerden ve maalesef aynı zamanda birbirlerinden kendilerini korumak bakımından insan türü için şart. Buradaki “tabiatın karşımıza çıkaracağı tehlikeler” lafından sadece vahşi hayvanları anlamamamız gerektiğini sanıyorum virüs hepimize öğretti.

İnsan gözle görülemeyen bu türden tehditlere karşı yek diğerini doğal yollarla aşılayarak türünün devamını sağlayabiliyor. İnsanı sosyal bir varlık olarak kabul etmemize neden olan doğal süreçler içerisinde adına “sürü bağışıklığı” dediğimiz bu gereksinim de var. Toplu olarak yaşayıp birbirine temas eden insanlar birinden diğerine taşıdıkları mikroorganizmalarla, bunlara karşı duracak bağışıklık sistemlerini güçlendiriyorlar. Bu mikroorganizmalar birimizden diğerine geçerken, kendilerine karşı koyan bu bağışıklık sistemimize tosladıkları için genellikle form değiştirip evriliyorlar… Eğer bu bir bakteri yani canlıysa, bir bünyeden diğerine geçerken genellikle o da karşı koyabilmek için süreç içerisinde kendini güçlendiriyor. Sonu gelmeyen grip vakaları bundan kaynaklanıyor. Ancak eğer bu cansız bir varlık yani bir virüs ise… Karşı koyma mekanizmaları olmadığı için süreç içerisinde birimizden diğerine geçerken genellikle bozulup zayıflıyor !

Bu çerçeveden baktığımızda herhangi birimize bir mikroorganizmanın bulaşması aslında bizi bir sivrisineğin ısırmasından çok ama çok daha normal (!) bir durum. Dahası bunu sürekli yaşıyoruz. Eğer steril edilmiş özel güvenlikli bir laboratuar ortamında sürekli yaşamıyorsanız; sokakta, evde, işyerinde kısacası bedeninizin bulunduğu her yerde bir mikroorganizma bulutunun içerisinde yaşıyorsunuz. Her hangi bir anda ya bireysel bağışıklığınız zayıf olduğu için ya da karşılaştığınız tehdit kolektif olarak geliştirdiğiniz bağışıklıktan daha güçlü olduğu için hastalanıyorsunuz.

Aşırı dezenfeksiyon, aşırı titizlik, aşırı temizlik takıntısı olanlar daha çabuk hastalanıyor, sebep bağışıklıklarının düşük olması. Aşırı koruyup kolladığınız çocuklarınız havadan sudan sebeplerle hasta olurken, sokakta oynayan, birbirleriyle ve toprakla temas eden hatta sümüğünü yalayan çocuklara hiçbir şey olmuyor. Sebep… Doğal bağışıklık geliştiriyor olmaları.  

Hastalandığınızda, yani sağlıklı olarak nitelendiğiniz ve adına normal denilen tanımlı alanın dışına taştığınızda, karşınıza üç yol çıkıyor… Hastalığı kolay atlatmak, hastalığı zor atlatmak ya da ölmek ! İlk ikisi sizi büyük ölçüde normal alana yani sağlığınıza geri döndürüyor… Ancak üçüncü yol sadece bizim türümüzün değil diğer bütün türlerin ortak korkusu; yaşamın sonlanması !

İşimiz doğal seleksiyona kalsa, diğer tehditler bir yana sadece bulaşıcı hastalıklardan ötürü bu dünya nüfusuna ulaşmamız imkansızdı ! Ne var ki kendisine akıl bahşedilmiş olan insan, neslinin devamı için adına aşı denilen ilmi keşfetti. Daha düşük dozlarla kendisini hasta ederek bağışıklık kazandı ve türünün bu sayıya ulaşmasını sağladı. Geldiğimiz sayıya ve tabiat kaynaklarını bu denli bencil ve hoyratça tüketmemize bakacak olursak… Bunu bulduğumuz güne lanet mi etmeliyiz yoksa bulana dua mı ? Tartışılır !

Bildiğimiz gerçek şu; bir olay karşısında karşımıza çıkan yollardan birisi ölümle sonuçlanıyorsa o olay bizi kolaylıkla esir alır. Nitekim yaşamdaki tüm korkuların en temelinde ölüm korkusu vardır ! Bildiğimiz bir diğer gerçek ise; çok geniş kitlelerin sadece ve sadece korkuyla çok kolayca yönlendirilebildiğidir ! Bedensel ölümün zihinlerde yarattığı korku ve bilinmezlik durumuyla soslanıp servis edilen her olay ne kadar kalabalık olursa olsun kitleleri yönetmenin bilinen en kolay yoludur. Ne diyor halk türkümüz “ölüm varsa bu dünyada zulüm var” !

Demek ki yaşam; gerçekten cinsel yolla bulaşan, gerçekten ölümle sonuçlanan ve gerçekten hastalıklı bir süreç…

Bir önceki yazıyla birlikte elimizdeki verileri tamamladık sayılır. Testlerin ve onlardan elde edilen verilerinin ne kadar güvenilir, açıklanan iyileşme ve ölüm sayılarının ne kadar doğru olduğu… Ve normu kurcalayarak normali ve oradan da hastalığı tanımlamanın mümkün olduğu gibi temel verilerle artık devam edebiliriz.

Bu verilerle… Sadece G8’e değil, Covid sayesinde bize ölümün gösterilip ileride sıtmaya razı edileceğimiz ve adına “yeni normal” denilen diretmeye, hatta aşı mevzusuna da gireriz. Birlikte daha dibe kazarak aslında yaşadıklarımızın maske üreticilerinin ve sözüm ona aşıyı bulmuş olup ta kıyıda bekleyenlerin ekmeğine yağ sürmek kadar sığ ve basit olmadığını da buluruz.

Ben seve seve devam ederdim ama… Ah o uzun yazıyorsun diyen arkadaş yok mu ?

Neyse bir sonraki yazıda görüşmek üzere, normal alanda kalmanızı dilerim…  

ERDEN ÜÇÜNCÜOĞLU   

 
Paylaşmak Zenginliktir

Yorum yapın