TC SÜLEYMAN ŞAH ASKERİ ÜSSÜ !

 

Vay canına – Yok artık – Haydi canım – Bu kadar da olmaz !

Konuyu okuyup araştırmaya başlayınca, beni sürekli daha derine çeken her bilgi ve bulgu kimi zaman hayranlık kimi zaman da öfkeyle ağzımdan hep bu ifadeleri döktü… Eminim ki sizler de aynı duyguları paylaşacaksınız.

Sizleri 1921 yılında Fransa ile yapılan Ankara Antlaşmasına götüreceğim ama… Önce hafızalarınızı çabukça tazeleyerek tarihleri yerine oturtmam lazım.

Yıl 1920 ! Biliyorsunuz o yıl 23 Nisan tarihinde, kurtuluşumuzun ve kuruluşumuzun en önemli adımlarından birini gerçekleştirerek Büyük Millet Meclisini kurduk. İşte, antlaşmanın bir tarafı o şanlı Meclisçe oluşturulan Ankara Hükümetidir. Peki antlaşmanın diğer tarafında kim var ?

Kendilerine verdikleri “bağımsızlık sözü” oltasına atlayıp İngiliz, İtalyan ve Fransızlarla birlik olarak “halifeleri” Osmanlıya karşı savaşan Arap ülkeleri kazandıkları (!) zaferden sonra… 8 Mart 1920’de “Suriye Kongresini” toplayıp Suriye, Lübnan ve Filistin’in bağımsızlığını ilan ederler. Gelgelelim bu bağımsızlık sadece “bir ay” sürecektir. Zira… 18 – 26 Nisan 1920 tarihinde San Remo’da yapılan ve Sevr anlaşmasının son şekline karar verilen toplantıda İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan bir araya gelerek Osmanlı topraklarının ve Orta Doğu petrollerinin nasıl pay edileceğini kararlaştırırlar. Bu plana göre Suriye ve Lübnan Fransa’ya, Filistin ile Irak ise İngiltere idaresine bırakılacaktır. Fransa bu kararı “taze bağımsız” Suriye’ye tebliğ eder ve teslim olması için 14 Temmuz 1920 günü ültimatom verir. Bu karara uymayan “bağımsız” Suriye 23 Temmuz 1920 günü Fransa karşısında ordusunun tamamına yakınını yitirir… Şaşırdık mı ? Hayır ! Fransızlar ertesi gün kuşattıkları Şam’a Arapların sevgi gösterileriyle (!) girerler… Bu kez şaşırdık mı ? Elbette hayır ! Fransız idaresi altındaki sömürge 1946 yılına kadar sürecek ve Suriye bir daha hiçbir zaman huzur yüzü görmeyecektir !

Bu hatırlatmayı, 1921 yılında yapacağımız antlaşmanın muhatabının neden Suriye değil de Fransa olduğu anlaşılsın diye yaptım. Yoksa derdim Suriye’nin karakter tahlilini yapmak değildir.

1921 YILI – FRANSIZLARLA YAPILAN ANKARA ANTLAŞMASI

Peki Fransa bizim masaya neden oturdu ? Birincisi, şu şanlı Meclisin kurulmasından sonra ayağa kalkan Türk direnişi, Fransızları Adana, Antep, Urfa ve Maraş hattında ciddi şekilde yıpratmaya başlamış ve Fransa hem asker sayısını hem de harcamalarını arttırmak durumunda kalmıştı. İkincisi, bunlara maşa olan Yunanistan Anadolu’da kaybetmeye başlamıştı. Üçüncüsü ise batı emperyalizmine karşı gerçek (!) bir bağımsızlık savaşı veren Mustafa Kemal’in gitgide Müslüman dünyasının sempati ve desteğini kazanmaya başlamış olmasıydı.

İşte bu ve benzer birçok sebeple, yeni Türk Devletinin ilk kez bir batı ülkesi tarafından tanınması anlamına gelen ve gerçekte Lozan’ın hazırlığı sayılan 1921 Ankara Antlaşması yapıldı. Antlaşma bir barış antlaşması olduğu kadar aynı zamanda bir sınır antlaşmasıdır ve Suriye sınırımız bu antlaşmayla çizilmiştir. Bizi ilgilendiren de işte tam bu noktadır !

Nefesinizi ayarlayın, inmeye hazırsanız artık derinlere dalacağız…

Antlaşmanın tümü 13 madde ama bizim konumuzu ilgilendiren 3 maddesi çok önemli…

O zamanki adıyla İskenderun Sancağı olan Hatay’ın ileride (1939 yılında) Türkiye’ye katılmasını sağlayacak olan ve sancağa özerklik verip resmi dilini de Türkçe olarak belirleyen 7. madde.

Suriye ile aramızdaki bugünkü sınırı (Hatay hariç) belirleyen ve hattın İskenderun körfezinde Payas’tan başlayarak Meydan’ı Ekbez – Kilis – Çobanbey’den geçip, demiryolu Türkiye’de kalmak üzere Nusaybin’e varacağını belirleyen 8. madde.

Ve asıl en önemlisi 9. madde… Önemine istinaden bu maddenin metnini sizlerle aynen paylaşıyorum:

“Osmanlı sülalesinin kurucusu Sultan Osman’ın dedesi Süleyman Şah’ın Caber kalesinde bulunan ve Türk mezarı ismiyle belirli türbesi müştemilatı ile Türkiye’nin malı olacak ve Türkiye oraya muhafızlar koyacak ve Türk bayrağı çekecektir.”

Bu anlaşmaya göre 1921 yılındaki sınırımız ve Suriye’deki vatan toprağımız şu haritada işaretlediğim gibidir.

Göreceğiniz gibi 1921 yılında, en yakın sınır hattımızdan 92 Km aşağıda, Suriye’nin içerisinde, Fırat’ın doğusunda… Üzerine asker koyabileceğimiz ve bayrağımızı çekebileceğimiz, yeri yurdu belirlenmiş bir toprağımız vardır ! Antlaşmayla belirlenmemiş yani belirsiz (!) olan ise… Bu toprağın büyüklüğü, müştemilatın ne olduğu ve üzerine konuşlandırılacak asker sayısıdır ! Sanırım artık ne anlatacağımı biliyorsunuz…

Mustafa Kemal…Hayatı şimdilerde gösterilmeye çalışıldığı gibi saraylarda, köşklerde, sanatçılarla meşklerde ve rakı sofralarında geçmedi. Onun hayatı, bir daha hiç dönememek üzere ayrıldığı doğduğu topraklara hasret, çoğunlukla sahada ve savaşlarda geçti. Suriye – Irak – Lübnan – Filistin coğrafyasında çoğu savaş olmak üzere fasılalı olarak yaşamının 5 – 6 yılını geçirdi. O coğrafyayı ve o coğrafya halkını milliyetleriyle, dinleriyle, mezhepleriyle, kavimleriyle, kültürleriyle çok yakından bizzat tüm detaylarıyla tanıdı. Yani kısacası Mustafa Kemal kelimenin tam anlamıyla bir Ortadoğu uzmanıydı ! Ve bu uzmanlığını, müthiş ileri görüsüyle birleştirerek ilkin Ankara Antlaşmasında gösterdi.

Beni Ankara antlaşmasındaki bu madde üzerinde düşündüren nokta hep şu oldu… Kısa süre içerisinde Cumhuriyeti ilan edip hanedana son verecek, hilafeti kaldıracak ve daha da önemlisi “Tekke Zaviye ve Türbeleri” kapatacak olan Mustafa Kemal’deki bu türbe tutkusu da neydi ? O günün sosyal kültürel şartları mı ? Hiç sanmıyorum. Mustafa Kemal, karış karış gördüğü yaşayıp savaştığı Suriye’de tam da o noktada bir “Türk Mezarı” olduğunu biliyordu. Günümüzde halen tarihçilerin bile üzerinde kesin olarak anlaşamadığı bu mezarın kime ait olduğu (gerçekte söylenilen Osmanlı’nın dedesi Süleyman Şah mı, yoksa Selçuklu kurucusu Kutalmışoğlu Süleyman Şah mı ya da bambaşka birisi mi) konusunun hiç önemi yoktu. Önemli olan tam da o noktanın Türk Devletinin toprağı sayılmasıydı. Hem de Hatay henüz alınmadan yıllar önce !!

1939 YILI – HATAY’IN ALINMASINDAN SONRAKİ DURUM

Şimdi, 1939 yılında Hatay’ın Türkiye’ye katılmasından sonra oluşan bugünkü haritamıza lütfen dikkatlice bakın. 18 yıl önce Türk Devletinin toprağı olarak tescil edilen Ceber Kalesi ile, vatana henüz katılan Hatay’ın en güney uç noktasının birleştiren çizgiye dikkat ettiniz mi ? Her ikisi de 36. paralel çizgisi üzerindedir ! Bu bir asker ölçümüdür… Bunu “işi bilmeyen” hiç kimse yapamaz, bu kadar denk getiremez ! İşaretlediğim bu 36. Paralel çizgisini daha doğuya, Irak’a kadar uzattığınızda karşınıza Musul ve Kerkük çıkacaktır ! Yani Mustafa Kemal’in büyük öngörüsü, aslında son Osmanlı Meclisine onaylattığı ve kendisinin de büyük önem verdiği Misak-ı Milli hudutlarını oluşturmaktır.

 

Hatay’ın alınmasını kısaca hatırlayalım mı ?

Sorunun başlangıcından beri “Hatay benim şahsi meselemdir” diyen Atatürk; 29 Ekim 1937’de Fransız Büyükelçisine “Ben toprak büyütme dileklisi değilim. Barış bozma alışkanlığım yoktur. Ancak muahedeye dayanan hakkımızın isteyicisiyim, onu alamazsam edemem. Büyük Meclisin kürsüsünden milletime söz verdim. Hatay’ı alacağım. Milletim benim dediğime inanır. Sözümü yerine getirmezsem onun huzuruna çıkamam, yerimde kalamam” diyerek bu konudaki kararlılığını dile getirdi. 23 Aralık 1937’de 1930 tarihli Türk – Fransız Dostluk Antlaşmasını feshetti. 29 Mayıs 1938’de hastalığı giderek ağırlaşmasına rağmen ordu denetleme gezisine çıkarak Mersin ve Adana’ya gitti, güney sınırına 30.000 kişilik bir kuvvet yerleştirdi. Nihayetinde İngiltere’den de gelen uyarılarla Fransa geri adım atmak zorunda kaldı ve Hatay Türkiye’ye katıldı !

Bu haritada Afrin’e özellikle dikkatinizi çektim. Sadece şunun anlaşılmasını isterim… Sınırımıza sadece 24 Kilometre mesafedeki Afrin’i temizlemek için olup bitenleri aylardır izliyoruz. Şu 24 kilometre için uluslararası camiada verilen mücadeleyi, pazarlıkları, restleşmeleri izliyor ve asıl en önemlisi verdiğimiz şehitler için kahroluyoruz. Ve bugün önemi daha yeni anlaşılan “Fırat’ın doğusuna” geçebilmek için meşruiyet zemini oluşturmaya çalışıyoruz.

Oysa Mustafa Kemal bize 92 Kilometre derinlikte, Fırat’ın doğusunda, üzerinde askerimiz ve bayrağımız olan, uluslar arası hukuka göre hiç kimsenin tek bir laf edemeyeceği ve müdahalede bulunamayacağı bir toprak bırakmıştı. Daha da açık yazmak gerekirse… Mustafa Kemal bize gerektiğinde kullanılmak üzere bir “ileri karakol” yani şimdinin tabiriyle bir “askeri üs” bırakmıştı. Hem de günümüzden 100 yıl önce ! Bu adama hayran olmamak elde değil !

Bakın ! Kendisini süper güç olarak kabul ettirmiş bir çok ülkenin, dünyanın farklı yerlerinde askeri üsleri bulunur. Örneğin bizde de olduğu gibi. Bu süper güçler bu üsleri açabilmek için meşruiyet temellerini hep “o ülkeleri birilerinden korumak” üzerine bina ederler. Bunun için ya gidip o ülkeleri önce içlerinden karıştırırlar ya da komşularıyla dalaştırırlar. Oysa Mustafa Kemal’in bıraktığı yer, uluslararası antlaşmalarla kabul edilmiş bir Türk Devleti toprağıdır yani hukuka göre Türkiye’dir ! Antlaşmaya göre özellikle büyüklüğü belirtilmemiş ve asker sayısı kısıtlanmamıştır ! Abartılı bir benzetmeyle… Bir sabah uykunuzdan uyanıp “gece rüyamda Süleyman Şah Hazretlerini gördüm, kendileri bana huzursuzluklarını bildirdiler” deseniz… Aynı gün oraya bir tabur kurmanız mümkündür ! Hazret rahatlamazsa ertesi gün bir alay… Daha da olmadı hava desteği de sağlanabilen bir tugay ! Kendi vatan toprağınız üzerindeki bütün bu tasarruflarınız için hiç kimsenin size “nota” vermekten başka yapabileceği tek bir şey bile yoktur !

Haritadaki bir detaya daha dikkatinizi çekerim… Ceber Kalesinin hemen doğusuna bakın, Rakka. Türkiye’nin güney ucuyla kaleyi birleştiren 36. Paralelin kuzeyinde kalan bölgeye bakın, Halep, Azez, Afrin, İdlib, El – Bab ve… Günümüzde ABD ile hala müzakere üzerine müzakere yürüttüğümüz Münbiç ! İsimler artık ne kadar da tanıdık değil mi ? Her akşam haber kanallarına kurulup kendilerini bize Ortadoğu uzmanı olarak yutturan insanların ağızlarından “şöyle önemli, böyle önemli” diye duya duya ezberlediğimiz yerler. Mustafa Kemal’e hayran olmamak elde değil !

1968 YILI – GARİP BİR PLAN DEVREYE GİRİYOR

Durun daha bitmedi “Vay be” ve “Vay canına” kısımlarından biraz daha derine (!) inelim… Yok artık’lara !

Peki… İlerleyen dönemlerde neler oldu dersiniz ? Yıl 1968 olsa gerek… Olsa gerek kısmını özellikle yazıyorum çünkü aşağıda “yok artık” diyeceksiniz. Hatay’ı Türkiye’ye kaptıran (!) ve sınırdan 92 Km içeride bir bölgesi Türk Devletine ait olan Suriye, Türkiye’ye “nota” verir ! Nota’nın konusu bizim oradaki varlığımızı tamamen yerinden oynatacak niteliktedir. Suriye, içinde Caber Kalesinin de bulunduğu bölgede bir baraj yapılacağını, kale ve türbenin sular altında kalacağını ve türbenin Türkiye’ye taşınmasını talep eder !

Türkiye ilkin tepki olarak barajları kapatır, Suriye’ye su gidişini kısıtlar ve aramızda meşhur “su krizlerinden” biri patlak verir. Daha sonra sorunun çözümü için iki ülke arasında yıllarca heyetler gidip geliyor olsa gerek ! Ve sonucunda türbenin taşınması için de yeni bir anlaşma yapılmış olsa gerek ! Olsa gerek kısımlarını yine özellikle yazdım… Biraz daha sabır.

1973 YILI – BİRİLERİ TÜRBEYE EN YAKIŞAN YERİ (!) BULUYOR

Ve sonunda türbe, daha doğrusu türbedeki mezarlar Ceber Kalesinden alınarak daha kuzeydeki Karakozak köyüne taşınır. Yıl 1973’tür. Tam tarih olarak 24 Aralık 1973 ! Bu sefer “olsa gerek” değil çünkü bunu net olarak biliyoruz ! Tarihçi Erhan Afyoncu’nun emekleri ve çalışması sonucunda ortaya çıkartıldı. Afyoncu o mezarların taşınmasına eşlik eden Diyanet İşleri görevlisi (daha sonra Diyanet İşleri Başkanı olacak olan) Tayyar Altıkulaç’a ulaşır. Altıkulaç önce tam tarihi hatırlamaz yaklaşık olarak söyler, daha sonra arşivinden eski pasaportlarına ulaşarak Afyoncu’yu arar ve tam tarihi 24 Aralık 1973 olarak tespit eder.

“Olsa gerek” kısımlarını açıklayalım. Bunları aslına bakarsanız “olsa da yazsak” şeklinde ifade etmek daha doğru olur. Çünkü tarihimizde bu bölümü dolduracak hiçbir resmi bilgi, belge ya da arşiv kaydı bulunmuyor ! Ne konu üzerinde büyük uğraşlar veren Erhan Afyoncu, ne de başka bir tarihçi herhangi bir resmi belgeye ulaşabilmiş değil ! Ben de şansımı Milletvekili dostlarımı arayarak denedim, danışmanlarından gelen mesajlardan birini aynen yazıyorum:

“Merhaba Erden Bey, Mailinize istinaden TBMM Kütüphanesinden yetkililerle de görüştük, ancak Meclis arşivlerinde yapılan anlaşmaya dair bir kayıt ne yazık ki bulunamadı. Bulunan tek anlaşmayı ekte iletiyorum (2007 tarihli türbenin yeniden tahkimatına ilişkin bir anlaşma). Sanırım siz de bakmışsınızdır ama onların da tavsiyesi Dışişleri Bakanlığı arşivlerinden bir talepte bulunmak şeklinde. Oradan ulaşmak belki mümkün olacaktır.”

Gelgelelim Dışişleri Bakanlığı arşivi araştırmacılara kapalı !

Peki neden ? Bu kadar önemli bir olaya dair neden hiçbir yerde tek bir resmi belgeye rastlanmaz. Bu kadar önemli bir konu için mecliste hiç mi görüşme yapılmadı, hiçbir anlaşma da mı imzalanmadı ? İlginç… Birilerinin bizi sinsice satmış olması ve delilleri temizlemiş olması muhtemel !

Konuya dair yaşayan tek canlı şahidin varlığını yine Afyoncu’dan öğreniyoruz. Adı Necabettin Ergenekon ! Şahsın, eski soyadının “Baltacı” olup daha sonradan değiştirildiğini, oğlu vasıtasıyla tanıştığı uyduruk haham Tuncay Güney’in, cemaat maşası olarak Türkiye’nin başına bela ettiği, meşhur düzmece “Ergenekon” örgütünün ismini bundan aldığını, kendisini Veli küçük ile tanıştırdığını, kendisinin de Azeri asıllı olup kendisi gibi Azeri olan Veli Küçük ile birlikte İran’daki Azerileri örgütleyerek Azerbaycan’a bağlamak için çalıştıklarını (ABD’nin İran’ı bölme projesi) falan hep… Soner Yalçın’ın Samizdat kitabından öğreniyoruz. Şahsın cemaatçi olduğuna dair şüpheleri, ancak tüm bunlara rağmen ne Ergenekon soruşturmaları ne de sonrasında hiçbir şekilde bırakın gözaltına alınmayı, bilgisine bile başvurulmadığı gibi bilgileri de…

İşte bu şahıs, yani Jandarma Albay Necabettin Ergenekon 1973 yılında türbenin taşınması için Suriye’ye giden heyette İçişleri Bakanlığı temsilcisi olarak yer almıştır. (yalnız öyle söylemeyelim de “haydi canım” falan diyelim)

Gelin o günleri kendi anlatımından dinleyelim. Tam da “vurdum masaya ve dedim ki…” türünden bir anlatım diliyle:

“Suriye heyeti bize rest çekti. Ya alır götürürsünüz ya da baraj altında kalır diye. Orası bizim toprağımız. Hem 1921 tarihli Ankara Antlaşması hem de 1923 tarihli Lozan Antlaşması gereği… Hem türbenin yer aldığı Caber Kalesi hem de türbenin bütün müştemilâtı Türkiye toprağı sayılır. Orada bizim bayrağımız dalgalanıyor. Orada bizim askerimiz görev yapıyor. Orası ile Türkiye arasında hiçbir fark yoktu. Böyle olmasına rağmen alın götürün dediler. Biz barajımızı yapıyoruz dediler.

Görüşmeler bu şekilde tıkanınca devreye girme ihtiyacı hissettim. Malum, orada bir askeri idare vardı. Askerlerin sözünün geçtiğini düşünerek ve asker kökenli olduğum için bundan da yararlanmak amacıyla söz istedim. Söz alınca da “Burası devletler hukukuna göre Türkiye’nin kendi toprağı sayılır. Burada bayrağımız dalgalanıyor. Burada Türk askeri görev yapıyor. Sizin buradaki toprağa el koymanızla Kars’a, Ardahan’a el koymanız, İstanbul’a İzmir’e el koymanız arasında bir fark yoktur. Eğer bunun karşılığında bize bir toprak vermezseniz bu bir savaş sebebidir.” dedim.

“Savaş sebebidir” deyince onlarda bir dalgalanma oldu. Birbirleriyle biraz fısıldaştılar, sonra dediler ki, “Yarım saat ara verelim.” Onlar kendi aralarında ne yapacaklarını görüşürken biz de kendi aramızda toplandık. Bizim heyet başkanı Dışişleri Bakanlığı’ndan bir büyükelçiydi, onunla kapıştık. Evet, büyükelçi “Diplomatik konuşmalarda böyle olmaz. Sen orada seferberlik ilan ettin. Bu şekilde konuşmalar tasvip edilmez.” dedi. “Ankara’ya dönünce sizi rapor edeceğim” diye de tehdit etti beni. Ben de “İstediğin yere rapor et”dedim. Hatta “ben de seni rapor edeceğim” diyerek tehdidine pabuç bırakmadım.

Yarım saat sonra tekrar toplandık. İlk sözü onlar aldılar. “Biz konuştuk, düşündük, esasında götürmeniz lazım ama komşu, dost bir devlet olmanız dolayısıyla falan yeri size veriyoruz” dediler.
Böyle deyince, bizimkilere şöyle bir baktım, hepsinin ağzı kulaklarında. Kopardık diye düşündüler. Beş yıldır uğraşılıp alınamayan bir yer. Halbuki, eminim ki sıradan bir yer verilmiş. Caber Kalesi’yle karşılaştırılamayacak bir yer.

Bu yüzden Süleyman Şah’a yakışır bir yer almak için tekrar “Söz istiyorum” dedim. Böyle deyince yine bizimkilerin suratı allak bullak oldu acaba ne diyecek diye. Şöyle dedim:
“Türkiye’nin mesaı sathiyesi 763 bin kilometrekare. Buradaki toprağın miktarı oraya karşı nispet edersek bir topluiğnenin ucu kadar bile etmez. Bizim toprakta gözümüz yok. Bizim için önemli olan Süleyman Şah felsefesi. Bunu yaşatmak istiyoruz. Sizin vermiş olduğunuz toprak acaba bu felsefeye uygun mudur değil midir? Uygun değilse ben bu toprağı ne yapayım? Biz Süleyman Şah’a mezar aramıyoruz, o felsefeyi yaşatacak yer arıyoruz. Bize bir bölge gösterin, Fırat’a hâkim bir bölge. Biz orada yerimizi seçelim.”
Yine fısıldaştılar, “Öğleden sonra size bir mihmandar verelim, gidin seçin.” dediler. Beraber gittik, Karakozak denen bir yer var. Fırat’a hâkim çok güzel bir yeri seçtik.”

Ergenekon’un ifadesi böyle… Ortada hiçbir bilgi, belge, tutanak olmayınca ve muhtemelen heyetten hayatta kalan kimse de bulunmayınca bunlara inanmaktan başka çare kalmıyor gibi. Okuduğunuz zaman “daha ne olsun, adam gibi adam vurmuş masaya almış hakkımızı, tam mert bir asker, o dışişleri monşerlerine de memleketi emanet etmemiş” demekten başka lafımız olamaz !

Ancak beni tatmin etmesi mümkün değil ! İşte size bir harita daha…

Ergenekon’un “saçma sapan bir yer gösterdiler kabul etmedim, beraber gittik Karakozak denilen bir yer var. Fırat’a hakim çok güzel bir yeri seçtik” dediği yere bakar mısınız ? Bir de sınırımızı çizen ilk haritaya… Hatay alınmazdan önce Türkiye’nin en güney ucunun geçtiği Çobanbey’den düz bir çizgi çekin, evet tam üzerindesiniz ! Nasıl bir tesadüfse tam da 36,63 (36 derece 63 dakika kuzey) paraleli ! Yani Hatay’ı hala kendi topraklarında gören ve haritalarında o şekilde gösteren Suriye’nin kabul ettiği en uç noktamızla aynı enlemdeyiz ! Bu bir asker ölçümüdür… Bunu “işi bilmeyen” hiç kimse yapamaz, bu kadar denk getiremez !

Buraya kadar okuduklarınızdan sonra eğer siz de hala “yahu türbe çok uzaktaydı, bakımı zor oluyordu, zaten baraj altında kalacaktı, Süleyman Şah’a da ne kadar yakışan bir yer olmuş” diyorsanız demek bende bir tuhaflık var.

2015 YILI – CEBER KALESİ YERİNDE DURUYOR AMA TÜRBE HALA HAREKET HALİNDE

O zaman şunu ekleyelim Ceber Kalesi hiçbir zaman sular altında kalmadı ! Bin yıldır durduğu yerde halen aynı şekilde duruyor ! İşte güncel fotoğrafı (öyle demesek… “bu kadar da olmaz” falan daha iyi olur)

 

Albay Ergenekon’un anlattığı hikayede “Süleyman Şah felsefesiyle” ne kastettiği meçhul… Ancak, Karakozak’taki yeni yeri emlakçı kafasıyla yazlık ev seçer gibi seçmediği de aşikar…  Haritadan da göreceğiniz üzere vatan toprağı 87 kilometre kayıpla kuzeye çekilmiş ve bilinçli olarak Çobanbey’le aynı enlem hattına konuşlandırılmıştır.

Sadece bu kadar mı ? İşte size bir harita daha…

Yıl 2015 ! Hatırlıyorsunuz türbeyi sırtlayıp kaçırışımızı. Oysa sırtlanıp getirilen türbe değildi, önce 87 kilometre daha sonra da 29 kilometre yukarıya ittirilen ve Mustafa Kemal’in askeri üs olarak kullanılma ihtimali ile emanet ettiği vatan toprağıydı ! Yani kaybedilen Misak-ı Milli idi !

Şimdi Türkiye Cumhuriyeti Devletine düşen bir şey var ! Afrin’le Münbiç’le şunla bunla uğraşıp mevzi tutmaya çalışmak yerine… Anamızın ak sütü gibi helal ve Atamızın mukaddes mirasını asıl ait olduğu yere götürüp koymaktır.

Üzerine yazılması gereken de artık Süleyman Şah Türbesi değil, üzerinde şanlı bayrağın dalgalandığı…

TC Süleyman Şah Askeri Üssü’dür !

Gerçekten Milli ve gerçekten Yerli olmak işte bu iradeyi gerektirir !

ERDEN ÜÇÜNCÜOĞLU

 
Paylaşmak Zenginliktir

Yorum yapın