EEEYYYY ABD !

 

Milli kabusumuz olan “bölünüp parçalanma” kaygımızı didiklemeye başladığımız ilk yazımızda, çıkış noktasındaki sorumuz şuydu; “Türkiye’nin bölünüp parçalanması aşağıdakilerin hangisinin işine gelir ?” Seçenekler…

a) Avrupa Birliği
b) İngiltere
c) ABD
d) Rusya
e) Hepsi

Eeeyyyy Avrupa” başlıklı ilk bölümde “e) Hepsi” kolaycılığına kaçıp kurtulmak isteyenlere hafifçe dokunduktan sonra “a) Avrupa Birliği” şıkkına bakmış ve Türkiye’nin bölünüp parçalanmasının AB’nin hiç de işine gelmeyeceği sonucuna varmıştık. Her ne kadar sırada “b” şıkkı yani İngiltere olsa da… Günlük gelişmeler bizi ABD’yi öne almaya itti. Ama sözümüz söz, İngiltere’ye de sıra gelecek. Bekle bizi Kraliçe !

ÖZGÜRLÜKLER ÜLKESİ !

Okuduğum bir kitap şöyle bir tanım yapıyor; büyük ikramiyeyi cebinize koyup kendinize bir ülke satın almak istediğinizde emlakçının size ilk göstereceği yer Amerika’dır ! Tam da… İleride kendisini masumlaştırılmış şekliyle “küresel sermaye” olarak adlandıracak olan kapitalist sistemin, kendisine kale yapmak için çok önceden beğenip yerleşeceği ideal konumda bir ülke !

Coğrafya önemlidir çünkü “coğrafya kaderdir”… Dünya haritasını Kuzey Amerika kıtası üzerinde biraz büyütüp ABD’ye biraz yaklaşalım; batıdan doğuya kadar kıtanın ortasına yayılmış durumda, iki tarafı ise okyanus ! Ve bu doğal bariyerler sebebiyle ABD hem doğudan hem de batıdan saldırılamaz, kuşatılamaz ve hatta kolay kolay ulaşılamaz durumda. O kadar ki, bunların II. Dünya Savaşında saldırıya uğradık diye yıllardır ağlayıp sızladıkları Pearl Harbour, aslında ABD ana karasına yarım okyanus mesafesinde bir ada üzerinde. ABD’nin kuzeyinde dünyanın en müreffeh devletlerinden biri olan Kanada var. Güney sınırındaki Meksika ile küçük sayılabilecek ada devletleri ise ciddi tehdit teşkil etmiyor. Kendi topraklarında yeterince akarsu, göl ve dağ… Her türlü tarım ve hayvancılık için elverişli toprak ve iklim koşulları ile… Enerji ve sanayileşme için fazlasıyla yeterli kaynak. Tüm bunlar herkesin gözünü fazlasıyla doyurabilir ama… Kapitalizmin asla !

Günümüz ABD’si; 5 yüzyıl önce kıtaya rüzgar ve kol gücüyle okyanus aşarak ulaşan yağmacı Avrupalıların oluşturduğu bir devlet. Keşiften sonra usta denizci İspanyolların buraya sık sık gidiş amaçları altın yağmalamak. İlkin oraya kadar zahmet etmeyip, seferden dönen İspanyol gemilerini soyarak servet yapmaya başlayan İngiltere, namı diğer Britanya, ardından Fransa, Portekiz, hatta Hollanda ve diğerleri zamanla kıtaya hep birlikte çöker ve… Kıtanın yerlisi kötü (!) Kızılderilileri önce göçe zorlayıp daha sonra da soyunu kırana kadar katlederek topraklarını ele geçirirler. Ve bugünkü ABD, kıtadaki on üç Britanya kolonisin 1783 yılında bağımsızlığını (!) ilan etmesiyle oluşmaya başlar. Yani… ABD’nin kuruluş nüveleri sırasıyla; yağma, gasp, işgal, zorunlu göç, soykırım ve sömürgecilikten ibarettir. Ama gelgelelim dünyanın bir numaralı “özgürlükler ülkesi” olarak bilinir.

DOKTRİNLER DÖNEMİ; YÜZ YILLIK HAZIRLIK VE SÜPER GÜÇ OLMA PLANI !

Şu doktrin dedikleri ne ola ki ? Kabaca… Oyunu önüne atılan topa göre oynamayıp, onu topun oraya düşmesi için önceden planlamak gibi bir şey diyebiliriz. Biraz karışık gibi ama anlatalım ki hiçbir şeyin tesadüfi olmadığı anlaşılsın.

Yıl 1823, yani kuruluştan (!) sadece kırk yıl kadar sonra… ABD o dönemki başkanının adıyla anılan ve tarihe “Monroe Doktrini” olarak geçen sistemle, Avrupa devletlerinin ABD’ye müdahale etmelerini ve ABD’nin de Avrupa işlerine karışmasını yasaklar. 1914 yılındaki I. Dünya Savaşına kadar sürecek olan bu doksan yıl içerisinde ABD, kendi kıtası içerisindeki yayılmasını tamamlayıp bugünkü sınırlarına ulaşacak, tarımsal ilerleyişini, sanayileşmesini ve ekonomik refahını üst seviyeye çıkaracaktır. Aslında bu dönem tüm dünyada, buhar makinesi gibi bir çok gavur icadının arka arkaya yapılıp sanayi devriminin yaşandığı, petrolün bulunup ticari emtia haline geldiği, üretim ve ulaşım imkanlarının artmasıyla dünya ticaretinin inanılmaz şekilde ivmelenip sermaye birikimlerini büyük ölçüde arttırdığı bir dönemdir. ABD’yi ilerinin süper gücü haline getirecek süreç tam da işte bu yaklaşık bir asır süren hazırlık dönemidir.

Bu hazırlık döneminden sonra ekonomik, sınai ve askeri bakımdan çok ileri seviyeye gelen ABD… 1914 ve 1939 yıllarında patlak veren (!) iki büyük dünya savaşı sırasında ve arkasından gelen soğuk savaş yıllarında artık dünyanın her yerine istediği şekilde karışacak… Savaşlardan yıkılmış ekonomilere can suyu taşıma bahanesiyle yaptığı yardımlar karşılığında kopardığı tavizler ve ele geçirdiği inanılmaz fırsatlarla artık süper güç olarak kabul görecektir. Şu “patlak verme” tabiri bizim öğretim sistemimizde çokça geçer… Olayların perde arkasındaki gerçekleri örtbas edip işi oldu bittiye getirmek için bize tüm savaşlar hep “patlak verdi” diye belletilmiştir. Bizim şark kafamız da, bu işlerin trafikte birbirine yan bakan iki kişinin arasında aniden “patlak veren” kavga gibi ortaya çıktığına kolaylıkla inanmıştır. Şark tarafımız soru sormayı sevmez çünkü !

Oysa iki büyük dünya savaşının tarihini detaylarıyla incelerseniz bunların öyle aniden patlak vermediği… Aslında tam da, ileride kendisini masumlaştırılmış şekliyle “küresel sermaye” olarak adlandıracak olan kapitalist sistemin, önceden tasarlayıp gerçekleştirerek dünya siyasi haritasını yeniden çizdiği ideal savaşlar olduğu sonucuna varabilirsiniz ! Nitekim her savaş ortak insanlık değerlerinin mutlak kaybı olmasına rağmen, ekonomik bakımdan da birilerinin mutlak kazancı sonucunu doğurur. Bir savaşın gerçek kazananı, gerektiği kadar dışarıda kalıp istediği şartlar oluştuktan sonra cepheye en son girerek ya da tarafları uzlaştırarak oyunu bitirendir ! Bu son cümle benim de hoşuma gitti, yazın bir yere !

1823 – 1947 arasında dünya tarihine yön veren ve her biri dönemlerinin ABD başkanlarının adıyla anılan üç temel doktrin patlak vermiştir. İlk patlayan Monroe Doktrini, diğeri I. Dünya savaşından hemen sonra başlayan barış anlaşmalarına yön veren Wilson Prensipleri, sonuncusu da II. Dünya savaşından hemen sonra patlak veren Truman Doktrini. Bunların aslında aniden patlak vermediğinden ve tümünün son derece zekice planlanmış hamleler olduğundan şüphelenip şöyle kabaca bir incelersek… Sırasıyla şöyle bir tanım yapabiliriz; ABD’nin kendini hazırlama dönemi, ABD’nin diğer dünya ülkelerini hazırlama dönemi, ABD’nin askeri ve mali yardımlar karşılığında dünya siyasetine yön verip finans ve ticaret sistemine çökmeye başladığı dönem.

Nasıl mı ? Sizi hemen 65 milyon insanın ölümüne sebep olan II. Dünya Savaşının 5 yıl sonrasına, yani 1950 yılına götüreyim… Oradan geriye doğru bakalım; bu doktrinlerle dünya nasıl dizayn edilmiş. 5 yıl önce Birleşmiş Milletler Örgütü kuruldu. 4 yıl önce, Doğu Bloğu ülkeleri hariç diğer ülkelerin neredeyse tümünün paralarının Amerikan dolarına, doların da altına endekslenmesini sağlayan Bretton Woods anlaşması yapıldı ve… Kapitalizmin mabedi sayılan IMF ile Dünya Bankası kuruldu. 3 yıl önce büyük canavar komünizmin yeryüzündeki temsilcisi Sovyetler Birliği dünyadaki en büyük tehdit olarak ilan edildi. 2 yıl önce, savaşın yaralarını sarmaya çalışan 16 Avrupa ülkesi, Marshall Askeri ve Ekonomik Yardım Anlaşması kapsamına alınmaya başlandı. 1 yıl önce NATO kuruldu.

Nasıl ama, bugün dünya siyasetine ve ekonomisine yön vermek için halen kullanılan enstrümanlar tanıdık geldi değil mi ? İşte hepsi bu uzun erimli sürecin ürünleridir !

YENİ SÖMÜRGECİLİK DÖNEMİ; KORKUNÇ DÜŞMANLAR VE KORUNMAYA MUHTAÇ ÜLKELER !

Kolonyal (koloni) sömürgecilik döneminin ürünü olmasına rağmen ABD, Serbest Ticaret Sömürgeciliği döneminin en büyük ustalarından biri ve Yeni Sömürgecilik döneminin de mucididir. Bu yeni dönem sömürgeciliği, ülkelerin ilhakı üzerine değil siyasi ve ekonomik bakımdan kontrol altına alınarak sömürülmesi üzerine kurulu olacaktır. Büyük düşman komünizm ve onun yeryüzündeki yegane temsilcisi canavar Sovyetler Birliği korkusu üzerine kurulu bu sistem, ABD’ye kendiliğinden tüm dünyanın jandarmalığı yetkisini verecektir. Bu dönemde kontrolden çıkıp Sovyetlerle ilişki kurmaya çalışanlara derhal “demokrasi” götürülecek, Türkiye de bu sebeple birkaç kez demokrasinin tadına bakacaktır. Anlatacağım…

Sovyetlerin dağılacağı 1990 yıllarına kadar sürecek olan bu dönemden sonra… Düşmansız kalan sisteme yeni bir düşman yüklemesi yapan Bush Doktrini devreye sokulacaktır. Yeni düşmanın adı İslami Terörizm, çaresi ise daha sonraları “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi” adı verilecek olan BOP yani “Büyük Ortadoğu Projesi”dir. Türkiye’nin de içerisinde bulunduğu geniş coğrafyayı içine alan bu projenin çalışma sahasındaki tüm ülkeler, çok önemli siyasi ve ekonomik dönüşümler yaşayacaktır. Türkiye’de AKP’nin kuruluşu ve Erdoğan’ın liderliği ile başlayan bu yeni dönemde, Erdoğan kendisini “BOP Eş Başkanı” olarak lanse edecektir.

Görüntüdeki yeni düşman İslam olmasına rağmen… Aslında bu yeni dönem tüm dünyada gizli ya da açık enerji pazarı savaşlarına hız verildiği dönemdir. Eski Sovyetler döneminde soğuk soğuk savaşılan ve pasif ekonomik bir düşman olan Rusya; artık enerji bakımından zengin ve tüm dünyada bu alandaki etkisini arttıran proaktif ekonomik bir düşmandır. Cin şişeden çıkmıştır ve artık ekonominin silahlarını kullanmakta çok beceriklidir. Özellikle, “petrol dolarla satılır” kuralı üzerinde duran ve tüm dünyaya bu petrodolar sistemiyle hakim olmaya devam eden ABD ekonomisini, kendisinin ve müttefiklerinin doğalgaz kaynaklarını kullanarak ciddi şekilde tehdit etmektedir. Kendi kaynaklarının miktarı ve pazara olan uzaklığı bakımından doğalgaz piyasasına hakim olma ihtimali bulunmayan ABD… Aynen petrolde yaptığı gibi, bu kez dünyanın en büyük doğalgaz rezervlerinden birine sahip olan Katar üzerinde egemenlik kurarak pazarda söz sahibi olmaya çalışacak… Ancak Katar’ın Rusya tarafında saf almasıyla daha da bocalayacaktır.

HAYDİ “DOST” OLALIM ABD !

İşin bunca ustası varken amacımız elbet tarih dersi vermek değil… Ama aramızdaki ilişkinin karakterinin algılanması bakımından, çok kısa süreliğine sizi biraz başlara götüreceğim… İlişkimizin ve hatta neredeyse ABD tarihinin bile başlarına. Çok kısa ama içerik olarak yoğun ve lezzetli, mutlaka tadına bakın…

ABD’den Anadolu’ya, İzmir limanına ilk ticaret gemisinin gelişi 1797 yılı. Bununla başlayıp zaman içerisinde gelişen ticari faaliyetler, 1820’li yıllardan itibaren Anadolu içlerinde misyoner faaliyetlerin oluşumuna imkan sağlar. Misyoner ABD’lilerin ana hedefi Müslümanları Hıristiyanlaştırmaktır ancak bu maya Anadolu’da tutmaz. Ve faaliyetler hazır gelmişken, Osmanlı’nın Hıristiyan tebaalarını Protestanlaştırmaya döner. Hedefte, zaten Hıristiyan olan Bulgar ve Rum kökenli vatandaşlarla birlikte aslında imparatorluk dönemi boyunca kendilerine çok güvenilen ve “tebaa-i sadıka” olarak bilinen Ermeniler vardır ! İnanç temelli başlayan bu faaliyetler ileride yön değiştirip Bulgar ve Ermeni “milliyetçilik akımlarının” yükselmesine yol açacaktır.

1830 yılında, Osmanlı maliyesinin çok zor günler geçirdiği inkılapçı padişah II Mahmut döneminde, ABD ile ilk anlaşmayı yaparız… Ticaret ve Dostluk Antlaşması ! Bingo !! İşte tarihimizde ABD ile yapılan bu ilk anlaşmadan itibaren biz artık hep “ticareti” onlar ise her an “dostluğu” düşüneceklerdir. Yani al parayı ver tavizi ! Bu dönem henüz korumacılık yoktur.

Ticarete karşılık dostluk (!) kisvesi altındaki bu antlaşmayla aslında ABD… İlk tavizleri kopararak kendi misyonerlerini diplomatik korumaya alıp Anadolu’daki çalışmalarının önünü açmış ve kuracakları okul, hastane, yurt gibi masum hayır (!) kurumlarının zarar görmesini engellemiştir. 1840’lardan itibaren misyoner faaliyetler Ermeniler üzerine yoğunlaşmış, onların Osmanlı’dan ayrılıp bağımsızlıklarına kavuşmaları için ABD ve Avrupa’da inanılmaz bir kamuoyu yaratılmıştır.

Sonuç malum ! Bulgarlar 1878 yılında önce içişlerinde bağımsız, sonra 1908 yılında tam bağımsız olurlar ! Ermeniler ise toprak talebi ile defalarca isyana kalkışırlar. Amerikalı misyonerler, 1890’lardan itibaren yoğunluk kazanan bu Ermeni isyanları karşısındaki devlet tutumunu da dünya kamuoyuna yanlı olarak aktarıp, Türkler hakkında şu olumsuz imajın yerleşmesine sebep olurlar; Terrible Turk / Korkunç Türk ! Günümüzde bile hala… Her yıl belli bir tarihte ABD başkanının iki dudağının arasından “soykırım kelimesi çıkacak mı acaba” diye nefesimizi tutup beklemiyor muyuz ?

Dikkatinizi şuna çekmek istiyorum… ABD ile karşılıklı ilişkiler işte böyle “dostluk” temelli başlayıp günümüze kadar iki yüz yıl boyunca hep dostlukla (!) devam edecek ve bu belalı dostluk çok badirelere sebep olacaktır. Bu dostluk, ikinci dünya savaşından sonra bizi Sovyetlerden korumayı da kapsayacak şekilde kılıf değiştirecek ve ABD ile aramızdaki bu ticaret / dostluk / koruma ilişkisi içerisinde… Gündelik politikaları gereği istedikleri para ve yardımı alıp karşılığında ABD veya maşalarına ne istedilerse veren siyasetçiler… Nihayetinde aldanmış, yanılmış, kandırılmış olduklarını er ya da geç mutlaka fark edeceklerdir.

TARİHİMİZDE ALDANMAYAN BİR KİŞİ VAR !

Uzunca bir yazımın altına “BUNU İNSAN OKUYACAK !” diyen kardeşimin affına sığınarak, tam buraya bir Atatürk parantezi açmak zorundayım. Mustafa Kemal Paşa, 1922 yılında bir Amerikan misyoner kuruluşu olan Yakın Doğu Yardım Heyeti / Şark-ı Karip Muavenet Cemiyeti’nin Anadolu’da yetimhane ve numune çiftlikleri gibi hayır (!) kurumları açma başvurusuna karşılık olarak verdiği muhtırada…

misyonerlerin ilmi, iktisadi veya insani gayelerle gelip halkın muhtelif unsurlarını hükümete ve birbirlerine karşı tahrik ederek ülkenin işgaline zemin hazırladıklarını… Hükümetin, kendi tebaasından olan on binlerce çocuğun ülke içinde Amerikalılara ait olan yabancı bir kurum tarafından her türlü teftişin dışında büyütülüp bu çocuklara istenildiği gibi telkinde bulunulmasına, onların Türk hükümeti ve milletine sadık veya dostane olmayan bir hissiyata bürünmüş olarak yetiştirilmelerine izin vermeyeceğini” açıklamıştır !

Yani… Atatürk kandırılamamıştır !

Haydi buyurun bakalım ! Atatürk’ün cevabını dönüp tekrar okur musunuz lütfen ? Sizce tarihin hangi dönemini anlatıyor ? Bunu, tarihinden gerekli dersleri alan kurucu felsefeyi bir yana atıp, ülkeyi yıllardır misyoner okullarla donatan okyanus ötesi dosta salya sümük ağlamalarla selam gönderenlerin kucağına koyup parantezi kapatıyoruz ! Önderimizin bu konudaki fikriyatının ileride “tevhidi tedrisat” başlığı altında toplanacak olan eğitim devrimine nasıl dönüştüğünü ayrıca yazalım. 3 Mart 1924’ün yıl dönümünde ! – Kapattım kardeş –

DOSTUMUZ BİZİ HEP ÇOK SEVDİ !

Hani derler ya “yukarıda Allah var”… Yeri gelmişken itiraf edeyim, buna hep çok gülerim… Buradan özellikle, gol attıklarında işaret parmaklarını göğe uzatan sonra da yere secdeyle yatıp uhrevi gösterilerle sözüm ona Müslümanlık reklamı yapan futbolcu kardeşlerime selam olsun. Eğer Allah yukarıdaysa, senin bulunduğun yerde yok demektir ! Bak cami minareleri de aslında Allah’ın bulunduğu yönü gösteriyor olabilir… Ara bakalım, belki bulursun ! Acaba… Allahın sadece gök yüzünün derinliklerinde, uzaklarda, ulaşılamaz bir yerlerde olduğunu gösteren… Ve ona ancak bir şeyh ile ulaşılabileceğine inanılmasını sağlayan kurgu tarikat, cemiyet ve cemaatler de içimize misyoner faaliyetlerle mi yerleşti ? Yoksa tümü patlak mı verdi ? Soru sormak güzeldir…

Neyse teşbihte hata olmaz, yukarıda da (!) Allah var… İlginç gelecek ama ABD’nin Osmanlıdan hiçbir zaman toprak ya da nüfuz bölgesi talebi olmamıştır. İngiltere, Fransa, İtalya gibi diğer Avrupalı büyük devletler ile Yunanistan gibi maşalar ya da Rusya’nın aksine… ABD bizden hiçbir zaman toprak talebinde bulunmamıştır. Öyle ki işgal edildiğimiz 1919 öncesinde bile ABD başkanı Wilson, Anadolu’nun ilhak edilmesine engel olmak maksadıyla manda yönetimi önerisini savunmuştur. Hatta tarihimizde ABD mandası talebinde bulunmak için İstanbul’da kurulmuş “Wilson Prensipleri Cemiyeti” isimli yalaka bir dernek bile mevcuttur. Tabi sadece ABD ile “dost” hayatı yaşamak için can atanları değil… “İngiliz Muhipleri Cemiyeti” gibi örgütleri kurup destekleyen, hani şu meşhur Stockholm sendromuna kapılıp tecavüzcüsüne aşık olmuş şerefsiz ve soysuzları da burada anmak gerekiyor.

ABD’nin bu yaklaşımını elbette “dostluk” kapsamında değil yukarıda anlattığım “Yeni Sömürgecilik” kapsamında değerlendirmemiz gerekir. Ama gel gelelim tüm bunlar çakmak gözlümün 1919’da Samsun’a çıkışından öncedir ve tümü hükmünü yitirecektir. Kurtuluş ve Kuruluş dönemleri evin içerisinde ciddi temizlik de yapılan tavizsiz dönemler olacaktır. Bu dönem bizim gerçek bir doktrine sahip olduğumuz tek dönem olarak kayıtlara geçecektir; Atatürk Doktrini !

KIRILMA NOKTAMIZ; MARSHALL PLANINDAKİ DETAY !

Ne var ki İkinci Dünya Savaşının sonunda Türkiye için şartlar tekrar değişir. Savaştan galip çıkan Sovyetler yani zafer sarhoşu Stalin en büyük tarihi hatasını yapar ve… İkinci Dünya Savaşının önceki koşulları derinden değiştirdiğini belirterek Türkiye’den Kars, Ardahan ve Artvin’in kendilerine terk edilmesini ve Boğazlarda kendilerine ait bir askeri üs verilmesini talep eder ! (Tarihin bu kesitinin uydurma olduğu, Sovyetlerin hiçbir zaman böyle bir talebi olmadığı iddiaları yanıltıcıdır. İsteyenler savaştan sonra ABD – Sovyetler – İngiltere arasında Berlin’de yapılan Potsdam Konferansının tutanaklarını inceleyebilir. Stalin isteklerini ABD ve İngiltere’ye burada da yinelemiştir)

İkinci dünya savaşı boyunca bir yandan savaşın dışında kalmaya çalışıp bir yandan da İngiltere ve ABD’ye savaş sonrası Sovyetlerin haddinden fazla güçleneceği ikazını yaparak askeri malzeme talep eden Türkiye, bu durumu ABD ve İngiltere’ye iletir… Yıl 1947, savaşa girmediği için ekonomisi diğer Avrupa ülkelerine göre güçlü olan, onlara tarım ürünleri ve hammadde ihraç eden ve kasasında 245 milyon dolarlık döviz ve altın bulunmasına rağmen askeri gücü son derece cılız bırakılmış olan Türkiye, her nasılsa ABD’den Truman Doktrinini kapsamında Marshall Yardımını alır. Türkiye artık ABD ile yeni bir “dost” hayatına başlayacak ve kendisini bundan kurtarması artık pek mümkün olmayacaktır. ABD Başkanı Truman, Harvard Üniversitesindeki tarihi konuşmasında, ABD sınırlarının doğuda Kars ve Ardahan’dan başladığını belirtir !

Marshall yardım anlaşmasının hibe, kredi, makine, silah, teçhizat gibi ıvır kıvır kısmını geçelim… Bu anlaşmanın en çarpıcı bölümü “karşılıklı personel değişimi” öngören bölümdür ! Çünkü yardımın (!) büyüğü bu bölümdedir… Görüntüye göre Türkiye ile ABD arasında karşılıklı personel değişimi yapılacak, bizden oraya giden sivil ve askeri personel bilmedikleri çok şey öğrenip geri gelecek… Dahası, oradan buraya gelen ABD’liler de buradaki personeli yerinde eğitecek, onlara bilmedikleri çok şeyler öğretecek ve yol gösterecektir ! Çok dostane olan bu bölümün alt yazısı şudur; senin ülkenin içerisine meşru yoldan ajan yerleştirip orada tüm faaliyetlerimi yasal yoldan yürüteceğim !

Yıl 1953… Stalin’in ölümünden sonra beynine tekrar oksijen gitmeye başlayan Sovyetler, tüm iç ve dış politikalarını yeniler… Türkiye’ye kendisinden hiçbir toprak talebi olmadığını bildiren bir nota gönderir… Gelgelelim Marshall çoktan Üsküdar’ı geçmiştir !

Türk siyasi tarihi bu tarihten başlayarak günümüze kadar artık hep Rusya ile kurulacak olan ilişkiler ve buna karşı ABD’nin aldığı tedbirlerle şekillenecektir. Anlatalım bari…

MARHAL PLANININ PERSONEL MADDESİ TIKIR TIKIR İŞLİYOR !

1950’lerin sonları, Demokrat Parti dönemi. Neredeyse onuncu yılında, iç ve dış politikada artık sürdürülebilir hiçbir projesi kalmamış olan Menderes hükümeti… ABD ve NATO’ya körü körüne bağlı olma politikasından vazgeçme, Rusya başta olmak üzere komşularla karşılıklı iş birliği ve güvene dayalı politikalar oluşturma yönünde adımlar atmaya çalışır… ABD, dostunun bu ihanetini affetmez… 38 subay tarafından yapılan 27 Mayıs darbesiyle iktidardan düşürülür ve asılır ! Bu 38 subayın ortak yönünü bilir misiniz ? Tümüne yakını personel değişimi kapsamında ABD’ye gidip eğitim alan ve orada bilmediği çok şey öğrenenlerdir !

Marshall Planının personel değişimi öngören maddesinin tıkır tıkır çalıştığı anlaşılmıştır. ABD kaynaklarından okuyoruz; 27 Mayıs darbesinden hemen sonra hazırlanan “ABD’nin Türkiye Politikası” konulu ABD Ulusal Güvenlik Raporunda… Türkiye’nin ABD çizgisi dışına çıkmasının ve Rusya’yla bağımsız ilişki geliştirmesinin önüne geçilmesi politikası benimsenir. Belalımız ABD bundan sonra da aldatılmayı hiç affetmeyecektir.

Örneğin; yıl 1964… Kıbrıs’ta silahlanan Rumların Türklere karşı katliama girişmeleri üzerine müdahale kararı alan Türkiye’ye… ABD’den nerdeyse savaş tehdidi sayılacak kadar ciddi bir uyarı gelir. Türkiye yönünü tekrar Rusya’ya çevirir… 1969 yılına kadar ilişikler zirve yapar. Bu dönemde; İskenderun Demir Çelik, Seydişehir Alüminyum, Aliağa rafinerisi gibi büyük sınai yatırımlar Rusya’nın desteğiyle kurulur. Ülkede daha önceden karşılaşılmayan türden sol örgütler ve karşıt anti komünist milliyetçi örgütler anlaşılmaz olaylara sebep verirler… 12 Mart 1971’de muhtıra verilip hükümet düşürülür. Rusya’yla ilişkiler tekrar kesilir.

1971 yılı günümüze uzanan yolun da başlangıcıdır. Şimdinin yani günümüzün Orgeneralleri o dönemin Harp Okulu öğrencileridir ve… Komutanlarının çoğu personel değişimi kapsamında ABD’de dostane (!) eğitim almış olanlardır… TSK’daki kırılma yani “din” eksenli yapılanmanın temelleri de o dönemde atılmıştır. Örneğin, bugün darbe girişiminde elebaşı olarak adı geçen orgenerallerden biri o dönemin en gözde “inançlı” Harp Okulu öğrencilerinden sadece bir tanesidir ! Atatürkçülük ideolojisine en büyük zararı veren dönemdir 1971 ! O dönemin binbaşı / yarbay / albay kadrolarının çok büyük kısmı Atatürkçülüğü salt “komünizm düşmanlığı” ve “cumhuriyetçi muhafazakar” bir ideolojiye evirip indirgeyerek, takip eden kendi komuta dönemlerinde tüm TSK’ya da bu doktrini yerleştirmişlerdir. 1980 darbesinin orgeneral ve üst komuta kademesini oluşturan bu yapı sayesinde… Atatürkçülük artık bu coğrafyada cumhuriyetçi muhafazakar ve vesayetçi bir yapı olarak algılanacak… Devrimci, ilerici, çağdaşlaşmacı, halkçı, cumhuriyetçi, laik bir yapı olmaktan… Yani özünden ve bağlamından tamamen kopartılacaktır. Bu dönemin komuta kademesinin de sımsıcak ve dostane olduğunu söylemeye gerek var mı ?

Günahlarını almayalım… Sadece TSK değil elbette… Başta Milli Eğitim ve üniversiteler olmak üzere, istihbarat, güvenlik ve mülki idare yapısı da bu sımsıcak dostluk şemsiyesi altındaki personel değişiminden öncelikli olarak nasibini almıştır o dönemde… Özellikle 80 darbesinden sonra devlet kadrolarındaki “din” eksenli yapılanma, arkasına aldığı büyük rüzgarla şaha kalkacak… Liyakat temelli devlet yapılanması zaman içerisinde çökerek yerini tarikatçılık, adamcılık, eyyamcılık düzenine dayalı “ekip” anlayışına bırakacaktır. Devrimlerin yerini ne idüğü belirsiz bir “dava” süreci alacaktır.

TOPLUMSAL DÖNÜŞÜM PROJESİNİN İLK HAMLELERİ !

1980 malum… Darbe bu sefer, açıktan açığa ABD elçisinin “our boys have done it” cümlesiyle tarihe not düşülür. Peşi sıra gelen Özal dönemiyle Türkiye ekonomisi liberal sisteme geçer. Gerek Özal gerekse de prens kadrosunu oluşturanların ABD ile olan ilişkilerini zaten yazmaya gerek yok. Ama Özal’ın bu dönemde Türk siyaset tarlasına ektiği 4 ayrık otu tohumunu çok iyi anlamak lazımdır; “benim anam da Kürt” / “ben de Nakşiyim” / “benim memurum işini bilir” / “anayasayı bir kez delmekle bir şey olmaz”. İlki Kürt milliyetçiliğinin (Kürt halkının hakları değil), ikincisi tarikatçılığın, üçüncüsü rüşvetin, dördüncüsü ise hukuksuzluğun filizlerini verecek ve ileriki dönemde Türkiye üzerinde oynanacak toplumsal ve ahlaki dönüşümün temel taşlarını teşkil edecektir.

1990’lı yıllar… Sovyetler Birliğinin dağıldığı ve dünyanın büyük bir değişime uğradığı yıllardır. Ha geldi ha gelecek denilen öcünün üzerindeki perde kalkar, birlik üyesi ülkeler bağımsızlıklarını ilan eder ve… Görülür ki öcünün yıllardır yok ettiğine inanılan dil, din, ırk, milliyet gibi değerlerin tümü yerli yerinde durmaktadır. Azeri Azerice, Kırgız Kırgızca, Gürcü Gürcüce, Türkmen Türkmence konuşmakta… Herkes milliyetini, dilini ve dinini yaşamakta ve yaşatmaktadır !

2000’lerin başları… İçinde bulunduğumuz coğrafyaya yeni bir düzen öngören BOP’un uygulanmaya başlamasının doğal bir sonucu olarak Türkiye’de de yeni bir siyasi dönem başlar; AKP ve BOP eş başkanı Erdoğan dönemi ! Özal döneminde başlatılan toplum mühendisliği ile dönüştürülüp hazır hale getirilen seçmen yapısı, cemaat mekanizmalarıyla içine sızılmış olan devlet yapısı ve dışarıdan diretmelerle kumanda edilen ekonomik yapı… Bu dönem Erdoğan için büyük fırsatlar sunar. Hiçbir siyasetçiye kolay kolay nasip olmayacak bu dönemin tüm imkanlarını sonuna kadar kullanacaktır. Ancak… İşin henüz başında, 2003 yılında, ABD tarafından talep edilen Irak tezkeresi Türkiye tarafından onaylanmaz. Yapı BOP için halen tam randımanlı değildir, çünkü işlerin ABD ile gitmeyeceğini, ülkenin iyiden iyiye din eksenli bir yapılanmaya saplandığını gören aydınlar, yazarlar, askerler, bürokratlar ve siyasetçiler tam olarak temizlenmemiştir. Devletin özellikle yargı kanadındaki cemaat yapılanmasına hız verilir, kendilerine ne isterlerse verilir… Ve 2008’lerde hazırlıklar tamamlanarak Ergenekon, Balyoz, Sarıkız, Eldiven gibi uydurma senaryolar işleme konulur.

VE SONUÇ…

Şimdi burada durup kendimizi Rusya’nın yerine koymamız gerek. Şuursuzca ABD eksenli BOP seline kapılıp giden… Irak ve Suriye’nin parçalanmasına katkı koyup, güneyinde oluşacak küçük devletçikler ya da özerk bölgelerle kendisi de parçalara ayrılacak olan bir Türkiye, Rusya için ekonomik tükeniş demektir. Neden ? Bir; en karlı petrol ve doğalgaz müşterilerinden birinin kaybı. İki; Türkiye üzerinden geçen petrol ve doğalgaz akım hatlarının tehlikeye girip özellikle AB’ye olan satışların durması. Üç; partneri İran’ın doğalgazını batıya ulaştırabilecek koridorun kapanması. Yeter sanırım daha fazla saymaya gerek yok !

Bu noktada siz Rusya olsanız ne yaparsınız ? Tabii ki bildiğiniz tüm yollarla Türkiye’nin bu gidişini engellemeye çalışırsınız. Bilinen yollar; diplomasi, ekonomi, işbirliği ve (bence) aktif gizli servis faaliyetleri ! Rusya’nın bir kez daha Türkiye’yi ABD’nin kucağına atma şansı artık yoktur.

Yıl 2013… Rusya’nın bu gayretleri netice verir ve Erdoğan hükümeti… AB tarafından oyalanma, ABD’ye körü körüne bağlı olma politikasından vazgeçip içinde Rusya ve Çin’in bulunduğu “Şangay Beşlisine” girme niyetini açıklar. Üzerinden bir yıl geçmeden çamaşırlık ortaya dökülür. Çünkü ABD gizli servisi de boş durmayıp gerekli verileri toplamıştır… 17 ve 25 Aralık olaylarının altından yine aynı ülke çıkacaktır; ABD !

Sonrası malum… Devlet içerisinde devlet oluşturmuş olan ABD imalatı yapının sökülmeye çalışıldığı süreç işlemeye başlar. Bu dönemde çıkarılan uçak düşürme krizini Rusya çok iyi kullanır ve oyun tahtası üzerinde sıçrama yaparak Suriye’deki askeri varlığını arttırır. Diğer yandan Erdoğan’a artık kendisine ne kadar muhtaç olduğunu belletir. Rusya’yla ilişkilerin mecburen (!) tekrar onarılmasından sonra ABD son kozunu oynayıp en iyi bildiği işi yapar ve Türkiye’de bir askeri darbe planlar. Ancak, artık Türkiye’yi kaybetme şansı olmayan Rusya (bence) tekrar devreye girer; asıl darbenin planlandığı tarihten birkaç hafta önce, anlamsız bir gün ve saatte, darbeyi yapacak olan ABD hücrelerinden bir kısmını kalkıştırır. Ama bundan haberi olmayan asıl unsurlar gerekli talimatı almadıkları için atıl kalırlar ve darbe sönümlenir. Olayın ertesi sabahı ilk olarak Putin “geçmiş olsun” mesajıyla ilgili taraflara ve meraklılara gerekli işareti verir. Olayın şokunu yaşayan ve ancak günler sonra tepki veren ABD’nin bu planı da sona erer ve ordu içerisindeki unsurlarının çok büyük kısmı tasfiye olur.

Hem Türkiye hem de Suriye’de elini kaybeden ve Katar’ı da Rusya’ya kaptıran ABD, planlarını tekrar revize eder. Yıllardır mercek altında izlediği ve hatta (bence) zaman zaman kullandığı Reza Zarrab’ı ABD’ye gelip itirafçı olmaya ikna eder. Amaç, Türkiye’de Erdoğan aleyhine sansasyon yaratıp bir direnç başlatmak değildir elbette. Çünkü ABD, uzun yıllardır kendi dizayn ettiği toplumun böyle bir malzemeyi iç siyasette, Erdoğan’ın aleyhine değil lehine kullanacağını bilmektedir. Birinci amaç Erdoğan ve geniş çevresini ABD’de mahkum ederek, hem onların hem de devlet yetkililerinin gerek ABD gerekse de ABD ile suçluların iadesi anlaşması yapan yüz küsur ülkeye çıkışını engellemektir. Temsil edilen makamlar gereği Türkiye artık uluslar arası bir çok arenada da etkisiz kalacaktır. İkinci amaç ise, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir tazminat bedeline hükmederek Türkiye’yi, özellikle uluslar arası bankacılık kuralları çerçevesinde, ekonomik bakımdan kıskaca almaktır.

Bu sayede Türkiye bir içe kapanış sürecine mahkum olacak, bu mahkumiyet dönemi boyunca da Rusya, İran ve Çin’e mecbur kalacaktır. Sorulması gereken sorular şunlardır; acaba Rusya, İran ve Çin, denge politikası enstrümanlarını tümüyle yitirmiş ve tamamen kendilerine mahkum olmuş bir Türkiye’den neler isteyecektir ve Türkiye bunları ne kadar karşılayabilecektir ? Bir içe çöküş dönemi yaşayan Türkiye’nin taleplerine bunlar ne kadar cevap üretebilecektir ? Ayrıca, bu coğrafyanın ortasında pimi çekilmiş bir bomba gibi duran Ermenistan odaklı olası bir oyuna bütün bu ülkelerin cevabı ne olacaktır ? Ve… acaba Türkiye 70 sene önce olduğu gibi kollarını açarak yine dostunun yardımsever kollarına koşacak mıdır ?

Sonuç şudur ! Mevcut koşullarda Türkiye’nin daha da kaotik bir sürece iteklenmesi hatta parçalara ayrılması ABD’nin ekonomik ve siyasi bakımdan kesinlikle işine gelmektedir. Bu sayede ABD hem bu coğrafyadaki enerji pazarını kendi lehine çevirecek, hem euro bölgesine hem de Rusya’ya ciddi darbe vurarak tüm kartların yeniden karılmasını sağlayacaktır.

ERDEN ÜÇÜNCÜOĞLU

 
Paylaşmak Zenginliktir

Yorum yapın